*Bu öykü Mavi Yeşil Dergisi’nin Mart-Nisan 2022 tarihli 134. sayısında yayımlanmıştır.
Kovalamacadan başı dönmüş, takati kesilmişti. İstemeye istemeye giriştiği bu işte, başarısız olabilme gibi bir seçeneği yoktu. Evde heyecanla onu bekleyen anne-babasına eli boş dönemezdi. Köyünden kaçmayı başardığı günü hatırladı bin bir pişmanlıkla. Ortaokulu bitirmek için her gün otuz bin kademlik mesafedeki komşu köye, kâh dudaklarını kesen soğuğa kâh ensesini yakan güneşe ve kâh içliğine kadar işleyen yağmura aldırmaksızın gidip gelmişti. Bunca fedakarlığa rağmen derslere kafası pek basmadığından olsa gerek zar zor bitirebildi okulu. Dersleri ne kadar kötü olursa olsun, liseye gidebilmek için kırk derenin suyuna denk gözyaşı dökmüş fakat ne annesini ne de babasını razı edememişti. Ülgen pes edecek değildi. Önce öğretmenine sonra da köy muhtarına yalvardı ailesini ikna etmeleri için. Karı-koca, bir akşam vakti kapılarında dikili buldukları muhtar ve öğretmenin türlü ısrarlarına dayanamayarak Ülgen’i okutmaya razı oldular.
Ülgen için o yaz bitmek bilmedi. Eve, evin bitmek tükenmek bilmez misafirlerine, her yanda bir türlü sönmeden yanan tütsülere, duvarlarda asılı köstebek el-ayaklarına, cam fanusların içinde yüzen, canlı gibi duran ve her gece kabuslar görmesine sebep olan köstebeklere veda edeceği günü iple çekiyordu.
Lise için evine kilometrelerce uzaktaki şehre vardığında büyülenmiş gibiydi Ülgen. Şehir, hayallerindekinden çok daha farklı ve kocamandı. Kaldığı devlet yurdunun penceresinden saatlerce hayran hayran izlediği şehirde yalnızca bir yıl tutunabildi: İlk yıldan sınıfta kaldı. O yıl bitip de yaz tatili için karnesi elinde köyüne dönerken adı kadar emin olduğu bir şey vardı: Daha doğumuyla alnına kazınanı aşması imkansızdı. O da ailesinin geleneğini devam ettirecek; köstebek ocaklısı olarak kapısına gelenlere şifa dağıtacaktı.
Meltemin esintisi, kafasındaki pişmanlıkları ve hülyaları alıp götürdü. Sanki meltem dile geldi o an ve bir fikir bahşetti Ülgen’e. Köstebeğin yeryüzüne açılan gizli kapısının peşine düştü. Ayaklarıyla toprağı yoklaya yoklaya buldu nâfikayı. Ardından köstebeğin yarattığı tüm küçük dağları yıkıp ağır taşlarla kapadı kâsıaları. Gizli kapının başında kıpırtısız, hazırda bekliyor ve zihninin derinliklerinde saklanan; şehre ve köyünün dışına dair ne kadar hayali varsa birer birer siliyordu. Güneş kızıla çalarken nâfika hareketlenmeye başladı. Köstebeğin önce yıldızlarla bezeli burnu göründü yeryüzünde. Kafasını bir anlık dışarı çıkarmasıyla Ülgen’in onu kavraması bir oldu. Ocak öğretisince Allah’ın lanetlediği ve yeraltına mahkûm ettiği bir hayvan olarak kabul gören köstebek, cezasına henüz on dördündeki Ülgen’de kavuşacaktı.
Ülgen, akşam ezanı okunmadan evvel ulaştı eve. Kapıdan adımını atar atmaz anne-babasını ocağın önünde, diz dize buldu. İkisi de tebessümle oğullarını karşıladılar. Annesinin işaretiyle önlerine geçti Ülgen. Ellerinin arasında çırpınan köstebeği havaya doğru tutarak babasının telkin ettiği mistik sözleri tekrarladı. Gözlerini sımsıkı kapatarak göğsüne yanaştırdı köstebeği, iki elinin baş parmaklarıyla boğdu onu. Kabuslarına giren ve kaçmak istediği şeyi yapıyordu. Köstebeğin son nefesini vermesiyle ansızın… Ülgen’in sımsıkı kapalı gözlerinin önünde masmavi bir derya peyda oldu. Gözü açık mıydı, yoksa kapalı mı? Bilemedi. Kulaklarında anne-babasının sesinden olduğunu hissettiği ama bir türlü onlara konduramadığı harika bir ezgi vardı. Kanatları yoktu ama sanki uçuyor gibiydi. Baş parmaklarından yayılan bembeyaz bir ışığın kendisini sarmalamaya başladığını fark ettiğinde tarifsiz bir huzur hissetti. Köstebeğin nefesi, kendi nefesiydi. Köstebeğin öte dünyalardaki yolculuğundan kalma mistik gücü Ülgen’de tezahür ediyor; Ülgen köstebek, köstebek Ülgen oluyordu. Karacalar Köyü’nün şifa kapısı Köstebek Ocağında, bir meşale daha yanmıştı.
Bir yanıt yazın