*Bu öykü Edebiyat Ortamı Dergisi’nin Temmuz-Ağustos 2022 tarihli 87. sayısında yayımlanmıştır.
Yaz kahvaltısı sofrasından kalkan beş yaşındaki bir çocuktan beklenen heyecanla kalkıp dışarı fırlamalıydı. Merdivenin korkuluğundan kayarak, hayır uçarak, inmeliydi aşağıya. Toza toprağa bulanmalıydı arkadaşlarıyla oynarken ve anasından yiyeceği zılgıtın ve büyük ihtimal köteğin endişesini ancak akşam ezanı için yanan şerefe ışıklarını görünce hatırlamalıydı. Pehlivan dedesine sığınmak aklına gelmeli ve onun peşine takılıp akşam namazı için camiye varmalıydı. Şadırvanda üstünü başını bir güzel temizlemeli ve son rekâtına yetiştiği farzın tamamını kılmış edasıyla çekildiği köşede sızıp kalmalıydı. Kafasına yediği şaplakla irkilmeliydi, dedesinin tehditkâr şefkatine sığınarak dönmeliydi eve.
Fakat tüm bunlar için önce arkadaş edinmeliydi. Kış aylarında köy yerinde en zor bulunan şeydi arkadaş ama yazın bol olurdu. Olanca bolluğa rağmen onun kısmeti kocakarı efsunlarıyla düğümlenmiş gibiydi. Kendisine kimse mi selam vermezdi yoksa selama kapalı mıydı yüzü? Yüzünde kendisinden uzak durulmasını işaret eden bir iz mi taşıyor diye defalarca kez iki köşesinden bağlanan çaputla lavabonun üstüne asılmış, dedesinin avucundan kendi avuncunca büyük, sarı plastik çerçeveli aynaya bakardı. Bazen öylesine dalardı ki bu bakmalara; birden görünmez olurdu. Görünmezliğinden aldığı cesaretle fırlardı dışarı. Evlerinin hemen karşısındaki boş arsada top koşturan çocukların arasına karışırdı. Kaleciye nanay çeker, kimine çelme takar kiminin de yüzüne tükürür, gol olacak topu dışarı çelerdi. Kötü şeylerdi bunlar ama hak ediyordu her biri. Çocuklar hep bir ağızdan euzü çeker, bilenler titrek ellerini açarak nas suresine sığınır, bilmeyenler ertesi gün hocaya gideceklerine yeminler ederlerdi. Onların halleriyle eğlenirken anasının sesiyle irkilen görünmez çocuk, birden görünür olurdu aynanın karşısında. Korkuttuğu çocukların yüzlerindeki dehşet kendi yüzüne yerleşirdi anası ona bağırınca. “Hasan, yeter len oyalandığın orada, kurudun kaldın mı aynanın karşısında, kapat şu suyu da artık, boşa akıtma!“
Hasan beş yaşındaydı. Babasının askere gitmek için onları köye, dedesinin yanına bırakmasının üzerinden iki bayram geçmişti. Hasan geçen zamanın pek farkında değildi. Her yeni günde bir başına farklı maceralara dalıyor, bambaşka hayaller kuruyordu. Evin önündeki yolun sonunda bir ejderha vardı misal. Onu tüm heybetiyle hiç görmemişti ama gürlemesini çoğu kez duymuş, birkaç kez de kızıl gözlerini seçebilmişti ağaçların arasından. Sapanını boynuna asıp ceplerini çakıl taşlarıyla doldurduğu nice yiğitçe denemesinde daha yarı yoldayken korkusuna yenilip geri dönmüştü.
Bir gün, babasının alelacele on günlük izne geldiği günden bir elin parmakları kadar gün öncesi, Hasan iki arkadaş edindi. Adlarını hiç sormadı onlara ve onlar da Hasan’a sormadılar adını. Üç arkadaş birlik olup bahçedeki badem ağacının eve doğru uzanan irice dalına bir saray inşa ettiler. Saray, dışarıdan bakıldığında dallardan ve naylon parçalarından ibaret gibi görünse de içine girildiğinde en az on cami büyüklüğündeydi. Hasan camiden daha büyük bir yapı görmediğinden böyle anlatmıştı heyecanla ebesine* sarayını. Kendisinin çok büyük bir odası vardı sarayda, diğer iki arkadaşının da kendi odaları vardı ama en büyüğü Hasan’ındı. Odasının içinde bisiklet sürebiliyordu ve diğer arkadaşlarıyla top bile oynayabiliyordu. Arapsaçlarından bir bahçe yapmıştı balkonuna, kokuları ebesinin bahçesindekilerden kat kat daha keskindi. Diktiği yemiş ağacı bir günde büyümüş ve ballı yemişler sunmuştu ona. Bir de iğde ağacı vardı bahçesinde. Komşunun bahçesinden bir daha iğde alması gerekmeyecekti. Gerçi annesi “Çaldın!” demişti; almak, çalmak mıydı? O ufacık şeyler onca köteğe değer miydi? Gözyaşı kadar tatlıydı iğdeler Hasan için; kendi ağacından topladığı iğdelerden koca bir çuvalı komşusunun kapısına bırakmalıydı yarın ilk iş.
Hasan anlattıkça gözlerindeki ışıltı arttı. Dinlediği masallardan daha büyüleyici bir gün yaşamıştı. Ebesinin başını okşayan elinin sarhoşluğu ve günün yorgunluğunun raksıyla uykuya teslim olmak üzereydi ki son sözlerine yetişen annesinin zılgıtıyla sıçradı yerinden: “Anam bu çocuk üç harflilere mi karıştı! Delirtecek misin beni sen! Kim bu arkadaşlar! Allah’ım nedir benim bu çilem…“
Gelecek dayağın habercisi bu feryatları tanıyordu Hasan, fırladı olduğu yerden. Kapıda yatsı namazından dönen dedesinden sıyrılarak dışarı fırladı. Annesinin feryatları, dedesinin heyheyleri durduramadı onu. Hünerli bir kaç hamle ile sarayına tırmandı, içeri girer girmez saray kapısının sürgülerini çekti. Tüm tehlikelerden emin bir şekilde serdi yatağını. Kendi elleriyle yapmıştı döşeği; pamuk ve tebessümle doluydu içi, dedesinin döşeğinden bile rahattı. Yastığını kuşlar ev hediyesi diye getirmişlerdi gündüzden. Yorgan desen peri kızlarına layık türden, ebesinin saçlarını okşadığındakine benzer bir şeyler hissetti sarılınca. Hiç uyumamış gibi uyudu Hasan. Uykuyu yeni tadıyor, yeni baştan keşfediyordu.
Bir yanıt yazın